Bozkurt NET{ Bozkurt NET
  Tıklayın kayıtlı kullanıcı olun
Ana sayfa ::Hasabınız :: Forumlar :: Makaleler :: İndir :: İletişim :: KURALLAR
alt1 alt1 alt1
alt1 alt1
alt1
Atatürk
Başbug
Atsız´ın Mektupları
Bozkurt
Tarihte Türkler
Osmanlı Sultanları
3 Mayis
Türk İslam Ülküsü
Ülkücü Hareket
İslam
Türk Büyükleri
12 Eylül
Dokuz Işık
Kızıl Elma
Doğu Türkistan
Türk Dünyası
Şiirler ve Marşlar
Ülkücü Şehitler
Ülkücüye Mektuplar
Sorular ve Cevaplar
Komünizm
Videolar
Müzikler
Postakartı

alt1 alt1
alt1
 Haber :
 Haber Ekle
 Haber Arşivi
 Arama
 Konular
 Baskıya hazırla
 Üyeler :
 Hesabınız
 Günlük
 Üye Listesi
 Özel İletiler
 ICQ Servisi
 Servisler :
 Kur'an-ı Kerim Meali
 Resim Galerisi
 E-Kart
 Dosyalar
 Müzikli Postakartı
 Cep Melodileri
 İletişim :
 Forumlar
 Bozkurtlar 100
 Bize Ulaşın
 Bizi Önerin
 Dökümantasyon :
 Makaleler
 Fikir ve Tarih Dünyası
 Kısa Nükteler
 Şairler ve Şiirler
 İzlenimler
 Ansiklopedi
 Dosyalar
 Dosya Ekle
 Popüler
 İlk 10
 Bağlantılar
 

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1
AB'YE HAYIR

alt1 alt1
alt1
Makaleler
·Meluncanlar ve Biz
·Türk Tarihi ve Türk Adı
·Amerikan Genç Hristiyanlar Cemiyeti (Y.M.C.A.) ve Amerikan Kolejleri
·SEVR YASALARI MECLİS’TEN GEÇİRİLEREK TÜRKİYE YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞINA BAŞLAMAK MECBURİYETİNDE BIRAKILDI!
·ABD, Alenî Bir Düşman Haline Gelmiştir!
·Dedelerimiz Oğuzlar Çıkmış Yola Aral Kıyısından
·Avrupa Birliğine neden hayır.. Jeopolitik Yaklaşım
·Noel Üzerine
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -1-
·Siyasi Konjonktürde Irak Türkmenleri
·Gümrük Birliği Anlaşmasının Anayasanın Başlangıç Kısmına Aykırılığı -2-
·Kıbrıs'ın Türkiyesiz AB üyeliği mümkün mü?
·Avrupa Birliği ve Kıbrıs Konusu
·Internet mi, İnternet mi?
·DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan)
·İSMAİL GASPIRALI'NIN FİKİRLERİ
·Türkler ve İslamiyet
·Alparslan Türkeş'in Din Anlayışı ve İslama Bakışı
·Gök Tanrı
·Şamanizm Meselesi
·Ruhban Okulu neden açılmamalı?
·Ruhban Okulu
·Çanakkale Savaşları
·Türk Kültüründe Nevruz ve Milli Birlik-Beraberlik
· Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Yeni Rusya Çeçen Mücadelesi
·Türkçenin Anadil Olarak Dünyadaki Yeri
·Masonların Kirli İşleri
·Gümrük birliği mi; sömürge antlaşması mı?
·17 Ağustos 1999 Depremi ve gizlenen gerçekler

alt1 alt1
alt1

alt1 alt1
alt1

alt1
Bozkurt NET :: Başlığı Görüntüle - YENİ DECCAL FETHULLAH GÜLEN
  Link 1Ana sayfa | Link 2
Arama       


Bozkurt NET
Bozkurtların Yuvası
 

Forumlar Gruplar Gruplar Hesap Aç Oturum Aç  

Sayfa: « Önceki  1, 2, 3 ... 11, 12, 13 ... 22, 23, 24  Sonraki »  

Yeni Başlık Gönder   Bu başlık kilitlenmiştir; cevap yazamaz, iletileri değiştiremezsiniz 12. sayfa (Toplam 24 sayfa)
« Önceki başlık :: Sonraki başlık »  
Yazar İleti
bozkurt_1977
Deneyimli Üye
Deneyimli Üye



Kayıt: Jul 28, 2005
İletiler: 401
Şehir: turkiye

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 8:53 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

kardeslerim, abilerim, dostlarim ulkudaslarim, okul acmislar, iste istiklal marsi soyletmisler bilmem ne yapmislar.

ulku ocaklarimizda dunyanin heryerinde var.

10 tane ulkucu istiklal marsimizi okusun, birde 50 tane fetocu istiklal marsi okusun, farki duyarsiniz. istiklal marsini ezberleyip okumak marifet degildir.

hissetmek ve inanmak lazim. bos bos hergun Kuranin yarisini okusan yine gereken eciri alamazsin.

bir ulkucu trt kanali kapanirken, gece o saatte istiklal marsini duysa, tuyleri diken diken olur, eminim. cunku bende oluyor.

biz degerlerimizi sembollerimizi, iman ederek, inanarak severek yapariz.
ben 3 hilali yakama taktigim zaman, koltuklarim kabarir, icimde bir mutluluk belirir, ovunurum, o benim ovunc kaynagim degerimdir.

icinde milli duygular cosmadikca kabarmadikca, istiklal marsi okumak, rozet takmak, ataturklu bayrak sallamak hic bir sey ifade etmez.

1000 tane okul acmalari marifet degil.

1000 feto okulunun yapamadigini, 10 tane ulku ocagi yapar.

feto bize islamimi ogretiyor?

bizim fetodan ogrenecegimiz ne var?

ben ilk namazimi evde kildim, ikincisi ocaktadir suphesiz, benim imanima fetonun katabilecegi birsey yoktur.

ben oglumada, etrafimdaki yegenlerimede, tum gordugum es dost hisim akraba cocuklarinada dinimizi, orfumuzu adetlerimizi, dilimin dondugunce anlatiyorum.

bu vatana ne zorluklarla gelindigini, her nesilin bir onceki nesilden biraz daha rahat ettigini, irfan irsat ve ovunc ve ornek kaynagi olan buyuklerimizi anlatiyor, ogretiyorum.

bunlari diyorum sizlere.

Allah'a emanet olun.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder Kullanıcının web sitesini ziyaret et
bilenturkel
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Aug 07, 2005
İletiler: 5

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 9:31 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Ya herkes beni yanlış anlıyor yada ben anlatamadım.Beni fetocu sandınız soylediklerim ama degilim bu bole biline.3 Hilal benim şanım ocaklar evim.Biz onun okulunda neler gorduk birgun şanlı İstiklal Marşımızı ogrenciler hatalı soyledi ama hocalar bitince biraktilar yedirirmi bu yurek bunu kendine ülküdaşlarla ogrencileri çevirip hocaya soyledik ve duzgunce okutup oyle gonderdik.feto ne yaparsa yapsın bisey olmaz bu ülkeyi kurtaracak olan Ülkü yoludur Ülkücülerdir.Eger fetoyu savunmus gibi gorunduysem tum abilerimden bacılarımdan ve ülküdaşlardan özür dilerim affola.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
herkul_org
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Aug 07, 2005
İletiler: 6

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 9:32 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Bence Fethullah Gülen'i sorgulayacağınıza kendi çapınızda kararlar alacağınıza arkanıza bir bakın söyle Ülkücü Hareket tarihinde neler yapmış ve Turan için hangi adımları atmış. Turan ne kadar kurulmuş.? ve Turanın neresindeyiz şu an.? Unutmayın ki Başbuğ ile F.G. çok iyi arkadaşlardı Başbuğ F.G. nin deccal olduğunu bilseydi veya öyle düşünseydi kucaklaşmazdı. Başbuğ neden hiçbir şey dememiş F.G. hakkında. Ve Yusuf Ziya Arpacıklı abi kitabında neden F.G. bize "kılıçınız keskin olsun" dedi desin.? Yoksa Yusuf Ziya A. 'da mı yanıldı.?
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
kurtoglu1919
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 03, 2004
İletiler: 940
Şehir: AVUSTURYA/VIYANA

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 9:32 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Sevgili Ülküdas larim

Farkina varmis siniz ben pek Dini konulara girmem ,cünkü
her seyin de Takdiri,nin Allah,tir her sey ona kalmis,tir !!
Ama tabiki bunlarin da Sart,lari Namaz kilmak.vs.vs.
ama su da bir gercek,tir ki !!!
Bize Rabbimiz tek bunlari emret,me mistir onun yani sira Nöbet tutmak Calismak Düsünmek kendimizi gelistirmek,te SEVAP;tir esdeger dir !!!
Biri,den Eksik,se iyi degil ,mesela yani 5 Vakit namaz degil de ister 20 kil bunun yerine baska islerle meskul ol yukaridaki lerim,le Saymistim !!!
Saygilar
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
gazibaba
Amatör Üye
Amatör Üye



Kayıt: Sep 28, 2004
İletiler: 151
Şehir: türkiye

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 9:54 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Camileri konser salonu yapmak!

Hemen söyleyelim ki; bu teklif, yani camileri konser salonları haline getirmek teklifi, Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, yayınladığı bir kitapta seslendiriyor.Bir önceki yazımızda da aynı konuya kısmen değinmiştik ama, fena halde sinirlerimi bozduğu, kanıma dokunduğu için ısrarla kamuoyunun dikkatine arzetmek istiyorum.
Fethullah Gülen ne yapmak istiyor?
Onursal başkanlığını yaptığı söz konusu vakıf ne yapmak istiyor?
Bu vakfın organize ettiği Abant toplantıları ile neler yapılmak isteniyor?
“Batı Hıristiyan dünyası; uzun süren kavgalar ve hasaplar sonucu kiliseleri büyük ölçüde kültürel faaliyetlere, sergilere, konserlere, konferanslara, etkinliklere açtı. İslam dünyası, Hıristiyan dünyasından daha mı bağnaz? Değilse, öyleyse neden camiler hâlâ erkek erkeğe daha çok Cuma namazlarında dolan bir mekan durumunda? Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de? Böyle bir mekan değişimi ve ortamın İslam adına dünya çapında yaratacağı etki ve imaj değişimini görmek ve düşlemek zor olmamalı. Türkiye bunu yapabilecek ve İslam’ın yüzünü tüm dünyada aklayacak ve İslam modernleşmesini global planda yürütebilecek bir potansiyele sahiptir.” (Küresel Barışa Doğru, s: 64)Bu paragraf, Kerem Çalışkan imzası ile yayınlanmış bir uzunca yazının sonlarında yer alıyor. Yazı başından itibaren, ABD’yi, Avrupa medeniyetini alkışlayan, methiyeler dizen ve İslam dünyasına, Müslümanlara da bazen açıkça bazen ima yolu ile küfreden bir yazı.Tekrar hatırlatalım, kitap, Fethullah Gülen hakkında yapılan değerlendirmelerden oluşuyor. Yayıncının ifadesi ile “bir demet”. İşte bu demetin içinde özenle saklanmış öyle çalılar, öyle kazık gibi dikenler var ki, değdiği vicdanları delip geçiyor.
Bu yazının neden seçildiğini, bu kitapta nasıl yer bulduğunu merak ediyoruz ve hasseten yukarıdaki paragrafın hesabını soruyoruz.
Ne demek, Batı Hıristiyan dünyası, kiliselerini konser salonları haline getirmişse bundan bize ne! Şirk toplumu haçlı dünyası ile Tevhid ehli Müslümanlar, hem de ibadethanenin dizaynı ve kullanımı konusunda da musabakaya mı çağrılıyor.?
Bu ahlaksız teklifi ihtiva eden yazıyı kitabınıza yerleştirerek, yazarın; “... Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın–erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de?” sorusuna, “işte aradığınız cemaat biziz”, demek mi istiyorsunuz? Düşünüp de şimdilik söyleyemediklerinizi ihtiva eden yazıları mı topluyor, kitap yapıyorsunuz? Değilse, bu paragrafı izah eder misiniz?
Camilerin konser salonuna dönüşmemiş olması, sadece Cumalarda erkeklerin doldurduğu mekanlar olması, tüm dünyada İslam’ın yüzünün kara ettiği fikrine katılıyor musunuz? Katılmıyorsanız, camileri, kadın erkek bir arada konser izlenebilir duruma getirilmesi ve bu suretle tüm dünyada İslam’ın yüzününün aklanması önerisini neden kitabınıza aldınız ve hiç bir itiraz, eleştiri cümlesi koymadınız?
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
kadir45
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi



Kayıt: Jun 03, 2004
İletiler: 3100

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 10:01 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

herkul_org;
takılmış plak gibi bizim büyüklerimizin ağzıyla adamını temize çıkarmaya çalışıyorsun.Kaç defa yazdık cevap verdik.Biz usandık sıkıldık,siz tekrarlamaktan bıkmadınız.Bu başlık ne anlatıyor.Fethullah gülenin dialog adına yaptıklarını değil mi?
Neden buna cevap vermiyorsun ya da o gazetenizdeki ermeninin neler yazdığını.Sen hangi hakla gelip ülkücü bir sitede turan adına ne yaptınız diye bizi sorguluyorsun?Siz bu ülke için ne yaptınız?Sizden bırak hayatını kaybedeni,bir gün hapis yatanınız var mı?Ülke yanıyor sesiniz çıkıyor mu?Şu abd ye defol ıraktan ;bana da karıştırma diyebiliyormusun?Bayrak mitinginde hangi cehennemin dibinde arazi olmuştun sesiniz çıkmadı?Peygamber efendimizin sa. resmi basıldı okul kitaplarına bir imza kampanyanız var mı?Keferenin evine sığınmanın,onlara karşı çıkmamanın,dialog diye tevhid inancına ters düşen laflar etmenin,düşmanla işbirliği yapmanın,her gelen iktidarla kardeş kardeş geçinip kendi dümeninizi yürütmenin islamdaki adı nedir?Utanmıyorsanız gidin bir de hristiyan okulları açın.Bi yapmadığınız o kaldı.
Forumlara yazman yasaklanmıştır.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
drmfk
Deneyimli Üye
Deneyimli Üye



Kayıt: Jun 03, 2005
İletiler: 361

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 11:01 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

İsevi misyona hizmet edenlerin açmış oldukları okullar hernekadar müslüman kimliği ile görünüyor olsada,yapmış oldukları faaliyet ve kendi din öğretileri ile hrıstiyan okullarının dahi yapamayacağı tahribatı yapmıştır ve yapmaktadır.
Yabancı dille eğitim yapan kurumların tarihi gelişim süreci incelendiğinde diyalog çalışmaları alanen başlamadan önce,ta kurulduğu günden beri ne gibi faaliyette bulundukları daha net anlaşılacak ve bu diyalog saçmalığının tarihinin çok çok öncelere dayandığı farkedilecektir diye düşünüyorum.
Daha önce başka bir forumda aynı bilgileri vermekle beraber okumamış olan kardeşlerimizin olma ihtimaline karşılık tekrarının doğru olacağı kanaatindeyim.
Yabancı dille eğitim yapan kurumlar ilk olarak başta fransız,ingiliz ve amerika olmak üzere hrıstiyan batının emperyalist bir çok ülkeleri tarafından finanse edilen okullar olarak Osmanlı Devleti Ali'sinin son döneminde açılmaya başlanmıştır.Başlangıçta sadece azınlıklara hizmet veren okullar gibi görünmelerine karşın bir müddet sonra gaflet içindeki devlet ricalinin çocuklarıyla başlayan Türk öğrenci kabul etme furyasıyla hayatını sürdürmeye devam etmiştir.Ancak daha öncede belirttiğim gibi bu okulların finansmanı tamamen yabancı emperyalist ülkeler tarafından yapılmakta idi.Özellikle 50'li yıllarda hatalı devlet politikaları ve ihanetle eşdeğer kabul edilebilecek karalar alınmış , bu okulların finansmanı çaktırmadan devletin sırtına yüklenmiş ve Anadolu Liseleri adı verilen okullar açılmış ve devlet eliyle yabancı dille eğitim Milli eğitim sistemine sokulmuştur.80'yıllardan sonra ise biraz daha ileri gidilmiş ve bu okulların sayısının artırılması ve özellikle halkının teveccühünün çekilmesi adına bir cemaat vasıtasıyla vakıf okulları adı altında finansmanını bizzatihi halkın karşıladığı eğitim kurumları kurulmuş,ülkenin zeki gençlerinin bu okullara yönlendirilebilmesi her türlü fedakarlık yapılmıştır.Bu şekilde faaliyet sürdülürken bir taraftanda bu okullara çocuklarını göndermeyenlerde üniversite sınav sistemindeki ucubelikle özel dersanelere yönlendirilmiş (mecburi gönüllülük esasına dayanan bir sonuç doğurmuştur bu) ve bu şekilde cemaat vasıtasıyla zeki ve geleceği olan gençliğin bir bölümünü kontrol altında tutma bir noktada başarılmıştır.
Bu zemin üzerinde elbette diyaloğu açığa vermek kolay olmuştur.Olayları bu açıdan değerlendirilirse olayın vehameti daha rahat anlaşılacaktır.
ANCAK bir nokta ciddi bir şekilde atlanmıştır:Necip Milletin kendine sıkı sıkıya bağlı,sevdalı insanları gençleri,aksakalıları mevcut ve sonderece dik bir duruşla bunun yanlışlığını milletiyle paylaşmakta, tepkilerini koymaktadırlar.
Zira Anadoluyu Türklere yurt etmenin ilk adımını atmış olan ''BİD'AT NEDİR BİLMEYİZ'' diyen Sultan Alparslan'ın,Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin,Yıldırım namlı Bayezid Sultanın,...ve onların necip kumandan ve askerlerinin torunları asla ve asla İMANINA ZARAR GELEBİLECEK bir oluşum içinde yer almamışlardır,destek vermemişlerdir ve vermeyeceklerdir.
Selametle...
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
kurtoglu1919
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Dec 03, 2004
İletiler: 940
Şehir: AVUSTURYA/VIYANA

İletiTarih: Pts Ağu 08, 2005 11:14 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

http://www.yesil.org/fgulen.htm

Saygilar
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder MSNM
funda3307
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Jul 20, 2004
İletiler: 712
Şehir: türkiye

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 8:14 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

GAZİBABA DAN:
Batı Hıristiyan dünyası; uzun süren kavgalar ve hasaplar
sonucu kiliseleri büyük ölçüde kültürel faaliyetlere, sergilere, konserlere, konferanslara, etkinliklere açtı. İslam dünyası, Hıristiyan dünyasından daha mı bağnaz? Değilse, öyleyse neden camiler hâlâ erkek erkeğe daha çok Cuma namazlarında dolan bir mekan durumunda? Yok mu camileri kültürel etkinliklere, kadın erkek yanyana konser izleyecek ortamlara açabilecek bir Müslüman cemaati Türkiye’de? Böyle bir mekan değişimi ve ortamın İslam adına dünya çapında yaratacağı etki ve imaj değişimini görmek ve düşlemek zor olmamalı. Türkiye bunu yapabilecek ve İslam’ın yüzünü tüm dünyada aklayacak ve İslam modernleşmesini global planda yürütebilecek bir potansiyele sahiptir.” (Küresel Barışa
BUNU BİLMİYORDUM AMA HEM ŞOKTAYIM HEMDE HAKLI YAZIMA DESTEK GÖRÜYORUM ARTIK FETOCULAR NE DİCEK MERAK ETTİM YAZMİCAKTIM AMA DEDİĞİM GİBİ ŞOK OLDUM ALLAH'A EMANET OLUN
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
kadir45
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi



Kayıt: Jun 03, 2004
İletiler: 3100

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 9:04 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Sen genemi geldin adi şerefsiz herif?Bir köpek dahi senden daha şereflidir.Utanmadan bir de tartıştığımız başlığa yazı yazıyorsun.Allah belanı versin adi bölücü.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
mus25
Deneyimli Üye
Deneyimli Üye



Kayıt: May 18, 2005
İletiler: 473
Şehir: türkiye

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 9:27 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Yiğit olanın lokması cana azıktır beyler
Kimse bana söylemesin buna yazıktır beyler
Soyu soysuz olanın sütü bozuktur beyler
Bunların soyu bozulmuş Türk'e düşman göbekten
Bu hesap sorulacak Apo denen köpekten!

Dağlar, taşlar bu ovalar bilin ki Türk'ün yurdu
Aslımız insan neslidir Türk'e semboldür Kurd'u
Soyu ermeni olanlar nerden bilecek Kürd'ü
İhaneti seyreyleyin perdedeki delikten
Bu hesap sorulacak Apo denen köpekten

HEWAL EĞER İYİ NİYETLİ BİRİ OLSAYDIN BU İSMİ KULLANMAZDIN.ŞİMDİ AÇIKLAMA GETİRECEN DOSTMOST ANLAMINDA GİBİLERİNDEN AMA BUNA KİM İNANIR SEN MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYANGOZ SATIYORSUN.ILIMLI OLMAYA ÇALIŞIYORSUN AMA ALTINDAN NE ÇAKALLIKLAR ÇIKACAK BİLMİYORUM.BAKALIM GÖRELİM.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
turk_neferi
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye



Kayıt: Apr 08, 2005
İletiler: 869
Şehir: türkiye

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 11:30 am    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

kanıbozuk şerefsiz işte.bunlarda gurur olmazki hewalmidir ne halttır.

herkül_org da şutlanmış zaten.

işte bunu demeye getiriyorum.feto konusu acılınca nedense pkklılar hemen üye oluyor.fetocular üye oluyor.bizim şartellerimizi attırıyorlar.bunu görmek o kadar zor değil.her zamanda öyle oldu.feto konusu acılınca yeni üyeler ülkücülere demediğini bırakmıyor.fetoyu savunmak uğruna...

bilentürkel fetoyu savunuyomuş gibi yazı yazmışsın.sonra özür diledin hatanı telafi ettin eyvallah.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder E-Posta gönder
muhacir3
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Aug 09, 2005
İletiler: 14

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 2:28 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

Selamünaleyküm;

Bakıyorum yine başlamış insanlar bu konuya...Bende herkül.org adresine girdim dikkatinize 3 yazı gönderiyorum 1.Fettullah Gülen in dile bakışı
2.Diyalog meselesini anlatıyor kendince
3.Kendisine yöneltilen ithamlara karşı oturup yeminleşelim diyor.

1. yazı


25.07.2005

Türkçe ve Gökteki Mahkeme

SORU: Bugün hemen herkes, konuşurken ya da yazarken çok sayıda ecnebi ve uyduruk kelime kullanıyor. Ayrıca, yurtdışında yaşayanların evlerinde, özellikle gençler ve çocuklar arasında yabancı dil tercih ediliyor. Bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz; dilimizi koruma mevzuunda neler buyurursunuz?

CEVAP: Dil, insanın eşya ve hâdiselere bakış açısını belirleyen en önemli bir unsurdur. Bir milletin dili, onun kültürüne ve değer ölçülerine bekçilik yapacak kadar güçlü değilse, o milleti teşkil eden fertlerin başka kültürlerin işgaline uğramaları ve zamanla da özlerini yitirip tamamıyla başka topluluklara benzemeleri kaçınılmaz olur. İnsan okuduğu kitaplar, zihnine yerleştirdiği bilgiler ve bildiği kelimeler vesilesiyle belli bir düşünce sistemine sahip olur. Fransızca ya da İngilizce gibi bir yabancı dile âşinâ olan kimseler, eğer ana dillerini çok iyi bilmiyorlarsa, zamanla yazılı ya da görüntülü vasıtalar sayesinde o dillerden süzülüp gelen düşüncelerin tesirine girer; Fransız ve İngilizler gibi duymaya, düşünmeye ve anlamaya başlarlar. Dolayısıyla, özümüzü muhafaza etmemizin ve kendimiz olarak kalmamızın şartlarından biri dilimizi kendine has özellikleriyle öğrenmemiz, onu düzgün kullanmamız ve korumamızdır.

Maalesef, dilimizi güzel kullanma, onun hususiyetlerini koruma ve daha çok gelişmesi, genişlemesi için çalışma mevzuunda hassas olduğumuzu söyleyemeyiz. Söyleyemeyiz; zira, öz değerlerimizin temsilcisi gibi gördüğümüz insanların bile sık sık uyduruk ya da yabancı kelimeler kullandıklarına şahit oluyoruz. Mesela, bu konuda çok dikkatli olması gereken bir insan, yerine göre “tanıtma”, “sunma”, “takdim” “temsil” “gösteri” ve “arz” gibi kelimelerden birini kullanabileceğine “prezantasyon” diyebiliyor. Gayet şirin ve tek hecelik “arz” kelimesiyle maksadını ifade edebileceği halde, dil zevkimiz açısından, çok sevimsiz ve oldukça çirkin olan, hatta şiirde yer bulamayacak kadar kaba duran bir kelimeyi telaffuz edebiliyor. Doğrusu, dilimizde çok güzel söz ve kelimeler bulunmasına rağmen, onları terkedip adeta kendinden kaçarak ve kendi değerlerine karşı saygısız davranarak acayip, tuhaf, yamuk-yumuk, eğri–büğrü ve bizim ağzımıza hiç yakışmayan kelimeleri kullananların hali ruhuma çok dokunuyor. O kadar ki, öz değerlerden kaçış saydığım böyle bir tavırdan dolayı hastalandığım ve belki bir gün boyunca kendime gelemediğim zaman olmuştur.

Ayrıca, yazılan makalelerde, ilmi toplantılarda sunulan tebliğlerde ve değişik mahfillerdeki konuşmalarda sanki yabancı kelime kullanmak mecburmuş ya da bilgi seviyesi onlarla ölçülüyormuş gibi, ecnebi tabir ve terkipler kullanılıyor. Farklı olma, az bilinen veya çoğu insanların bilmediği bir sözü söyleme, başarılı ve bilgili görünme gibi saiklerle, hiç gereği olmadığı ve pek münasebetsiz kaçtığı halde, başka dillerden alınan kelimeler istimal ediliyor. Aslında, böyle bir davranışı “lüks arayışı”, “fantezi” ve “kompleks” sözleriyle tarif edebilirim ama artık dilimize mal olmuş bulunsalar bile bu kelimeler de yabancı oldukları için bunlara karşı da tavır belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Münasebetsiz bir laf ettiğimizde “özür dilerim, affedersiniz” dediğimiz gibi, ifade darlığına düştüğümüz yerlerde bu kelimelere başvurmak mecburiyetinde kalırsak, onları da “özür dilerim, affedersiniz” zeyilleriyle ortaya koymanın daha doğru olacağını zannediyorum. Evet, o türlü farklılık arayışları ve bilgiçlik taslama tavırları olsa olsa –bağışlayın– bir “kompleks”in neticesi olabilir.

Meselenin daha da vahim bir yanı var ki; o da, bir zamanlar dilimizi, onun namus ve haysiyetine uygun olarak kullanan insanlardaki üslûp değişikliği. Düne kadar gazete ve mecmualarda yazı yazan kimseler arasında, isim tasrih etmeyeceğim, çok berrak ve saf bir dil kullanan arkadaşlar vardı. Fakat şimdilerde bakıyorum ki, onlar da aynı cereyana kapılmışlar; genel akım karşısında onlar da dilleri mevzuundaki hassasiyetlerini yitirmişler ve artık gelişigüzel bir dil kullanıyorlar.

Gökteki Mahkeme

Gazeteyi neşre başladığımız ilk dönemde, hemen her fırsatta, dilimizi koruma konusunda hassas davranmamız gerektiğini vurgulamış ve bu hususta bazı arkadaşları ikaz etmiştim. Hatta, aradan bir iki sene geçmişti ki, bir rüya görmüş ve onun tesiriyle bir kere daha bu meseleye dikkatleri çekmiştim. Aslında o rüya esnasında uyku ile uyanıklık arası bir haldeydim. Beni, semada kurulan bir mahkemeye çağırdılar. Âlî bir divan kurulmuştu; gökte yapılan o duruşmada ben sanık sandalyesine oturtulmuştum. Bir aralık mahkeme reisi olan zat, “Dilinizi berbat ettiniz; bu dili çok kötü kullanıyorsunuz.” dedi. Bu sözlerle, mahkeme mevzuunun dilimizin bozulması olduğunu anlamıştım. Mahkemelerde atf-ı cürüm çok yaygındır; ben de işin içinden sıyrılmak için “Arkadaşlara defaatle söyledim; bu meselede hassasiyetle hareket ettiğim halde bazılarına laf dinletemedim; onlar, dilin canına okuyorlar!” dedim. Evet, rüya ile hüküm verilmez, rüyalar objektif değildir; fakat, onun tamamıyla boş ve manasız olduğuna da ihtimal vermiyorum.

Nasıl manasız ve boş olabilir ki; biz dinimizi korumanın yanı başında, dilimizi de korumak mecburiyetindeyiz. Dinî ve millî değerlerimizi dilimiz vesilesiyle tanıtıyor, dinimizi onunla anlatıyoruz. Türkçe dokuz asırdan beri bu topraklar üzerindeki halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu dilde herbiri birer cevher olan oturmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin manalar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır; usta şair ve yazarların ortak gayretlerinin ürünüdür. Kim bilir bugüne kadar, nice söz üstadları, birer kuyumcu hassasiyetiyle, kelime cevherlerinden ne beyan incileri hazırlayıp bize armağan etmişlerlerdir. Neticede, yüzyıllarca süren bir cehd sayesinde inşa edilen bu söz âbideleri çok derin manalar kazanmıştır. Herbir kelime, bir sanat dalında, bir ilim sahasında veya teknik bir alanda özel olarak kullanılan bir terime dönüşmüştür. Mesela, vesikalandırmak, belgeye dayandırmak, sağlamlaştırmak, yazılı hale koymak ve bir kimse hakkında “bu emindir, buna güvenilir” demek anlamlarına gelen “tevsîk” kelimesi Hukuk’ta ayrı, gazetecilikte ayrı ve dini ilimlerde da daha farklı manalar ifade etmektedir. Fakat, öz lisanımızdakı bu enginliği göremeyenler ve bu derinliği nazar-ı itibara almayanlar, o olgun ve oturmuş kelimeleri kaldırıp atar ve yerlerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükleri koyarlar. Onlar da Türkçe konuşuyor gibi bir hal sergilerler; fakat, –maalesef- öyle yalın, belirsiz ve silik bir üslûpla konuşup yazarlar ki, onlara ait metinlerin ne dediğini anlamakta çok zorlanırsınız.

Günümüzün insanı, bu üslûpsuzluktan ve dilimizi tahrip eden uydurulmuş kelimelerden dolayı kendi değerlerinden o kadar uzaklaştı ki, bize ait düşüncelerin çok zengince, çok dolgunca ve çok olgunca anlatıldığı kitaplara bile yabancı hale geldi. Bugünkü nesil bir Türkçe üstadı olan Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini bile anlayamıyor. Oysa, Arapça’da dahi onunkine denk bir tefsir yazılmamıştır; Hamdi Yazır’ın, kendisinden nakillerde bulunduğu büyük müfessir Fahruddin Razi’nin Tefsir-i Kebir’i bile Elmalılı’nın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinin çapına erişemez. Fakat, neslimiz o kıymetli eseri anlamaktan aciz olduğu gibi, Kâmil Miras, Ahmet Hamdi Aksekili, Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı ve Şemsettin Günaltay gibi dil üstadlarının sözlerini ve Risale-i Nur Külliyatı gibi eşsiz eserleri anlamaktan da uzaktır.

Derisi Yüzülen Türkçemiz

İnsanımız ana diliyle yazılanları anlayamamaktadır; çünkü, dilin derisi yüzülmüştür. Cemil Meriç, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı olarak, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onun kitabını sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü ve eseri berbat ettiler.” demiştir. Evet, bizim dilimizin de derisi yüzülmüştür. Bu dille oynayanlar, yabancı kelimeleri atma ve dili sadeleştirme bahaneleriyle onu bütün bütün bozmuş ve neslimizi kültürümüzün temel kaynaklarından uzaklaştırmışlardır.

Haddizatında, bizim dilimiz derinlik ve enginliğinin yanında oldukça sade ve anlaşılır bir dildir. Belli bir dönemde belki saray çevresinde ve aydın kimseler arasında ağdalı bir üslûp kullanılmıştır ama bizim dilimiz asırlarca halkın yüzde doksandokuzu tarafından anlaşılan, rahatlıkla konuşulan bir dil olagelmiştir. Hem Anadolu’da hem de Orta Asya’da herkes Yunus Emre’yi anladığı gibi Fuzuli’yi ve Seyyid Nigarî’yi de anlayabilmiş; hele halk şairleri şiirlerini herkesin bildiği sade bir ifade tarzıyla seslendirmişlerdir. Hatta o devirlerde din-diyanet adına yazılan kitaplar da çok sadedir. Mesela, Hacı Bayram Veli’nin önemli bir halifesi olan Mehmed-i Bican’ın “Muhammediye”sinde kavranması güç tasavvufî ifadeler ve yanlış anlamalara müsait sözler vardır; fakat, onun kardeşi olan Ahmed-i Bican’ın “Ahmediye”sine bakarsanız, onun halkın da kolayca anlayabileceği bir dil ve üslûpla yazıldığını görürsünüz.

Evet milletimiz, asırlar boyunca kendi dilini severek kullanmış, hergün onu biraz daha geliştirip genişletmiş ve kitlelerin zevkle okuyup dinleyecekleri, merakla ona yönelecekleri bir lisan hâline getirmiştir. Bugün de bu istikametteki gayretlere ihtiyaç vardır. Günümüzde bir kere daha, dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, edebî nüshaların dikkatlice değerlendirilmesi, dilin kendi ruhuna uygun iştikak yollarının gözden geçirilmesi, aynı kökten farklı kelimeler üretme usûllerinin belirlenmesi ve asırlardan beri konuşula konuşula ince farklarıyla tam belirginleşen kelimelerin, deyimlerin yaygınlaştırılması mevzularında ciddi çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bu konuda herkes kendi üzerine düşen vazifeyi eda ederse, öyle inanıyorum ki, binlerce senelik lisanımız, kendine has kural ve kaideleriyle, kendi iç mantığıyla çağımızın sesi, soluğu olacak; fevkalâde zengin, olabildiğine yumuşak, zevkle konuşulan ve sevilerek dinlenen bir dil olma keyfiyetini yeniden yakalayacaktır.

“Acaba biz bu mevzuda gerekli olan hassasiyeti gösterdiğimiz zaman senelerin ihmali neticesinde meydana gelen kocaman eğriyi düzeltebilir miyiz?” sorusu gelebilir akıllara. Kanaatimce, bu mesele bir yönüyle ubudiyet vazifesi gibi bir meseledir. Nasıl ki, fert fert herkes kullukla mesuldür; başka insanların namaz kılmaması bizden o sorumluluğu kaldırmaz; biz kendi yaptıklarımızın mükafatını alır, yapmadığımız şeylerden dolayı da hesaba çekiliriz. Aynen öyle de, biz dilimizi koruma ve onu düzgün kullanma hususunda önce ferdî olarak neler yapabileceğimize bakmalı; dili bir namus gibi bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde onu korumaya gayret etmeliyiz. Ayrıca, konuşurken sun’îliğe, tekellüfe ve zorlanmaya girmemeli; fakat, söyleyeceklerimizi en iyi şekilde ifade etmeye çalışmalı ve Türkçe’yi çok dikkatli kullanmaya özen göstermeliyiz. Maksadımızı “İşte, şey, falan..” türünden dolgu malzemeleriyle ve el-kol hareketleriyle değil, canlı ve düzgün bir lisanla ve âdetâ bir şiiriyet içinde ifade etme cehdinde olmalıyız. Zaten, güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı dediğimiz edebiyat, sadece yazı yazma ve söz söyleme ustalığıyla lâf ebeliği yapma ve beğenilen sözler üretme vasıtası değildir; o, söz söylemeyi sevimli hâle getirerek, gündelik dili en temiz, en nezih, en sevimli ve kalıcı malzemeyle beslemenin, süslemenin, zenginleştirmenin de bir vesilesidir. Öyleyse, evvela tek tek herbirimiz bu mevzuda hassas olmalı, bu güzel dili her yerde ve her zaman güzel kullanmaya çalışmalıyız.

Öyle Deme, Böyle De!..

Ayrıca, televizyon, gazete, radyo ve dergiler de bu istikamette kendi üzerlerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmelidirler. Bunların hepsinde Türkçe’yi iyi bilen, dilin inceliklerine vakıf olan insanlar bulunmalı ve onlar köşe yazılarından haberlere kadar, hatta reklam metinleri de dahil, hemen her cümleyi dil açısından gözden geçirmelidirler. Sonra da ölçüsüz sorgulamalara girmeden ve kimseyi rencide etmeden yanlışları düzeltmelidirler. Ayrıca, dilimizin güzellik ve inceliklerini göstermek için farklı yollar arayıp bulmalıdırlar. Mesela, ayrı ayrı bölümler hâlinde Rabat’ta basılan ve cüz cüz neşredilen Lisanu’l-Arab adlı eserin yirmi cildi bana da gelmişti. Onda “Kul, Lâtekul - Öyle deme, böyle de” başlığı altında bir bölüm de yer alıyordu. O bölüm öyle hoşuma gitmişti ki, ondan mülhem benim gönlümde de, lügatleri önüme alıp dilimize girmiş nesepsiz kelimeleri bir bir işaretleyerek onların yerine bugüne kadar kullanılmış, pişmiş, oturmuş ve bütün incelikleriyle Türkçe’ye mal olmuş kelimelerin kullanılması gerektiğini gösterme arzusu hasıl olmuştu. Böyle bir çalışmayı, düne göre bugün daha geniş sahalara hitap etme imkanları bulunan gazete, dergi, televizyon ve radyo vasıtasıyla yapmak mümkündür. Televizyon ve radyoda yayınlanan en kısa temsilî oyunun senaryosu bile bu zaviyeden ele alınmalı; gösterilen dizi filmler vesilesiyle dahi dilimize hizmet etme niyeti her zaman canlı tutulmalıdır.

Diğer taraftan, tiyatro, roman ve hikayeler de dili doğru öğretme ve onu geliştirme gayesine matuf olarak değerlendirilebilir. Tiyatro, roman ve hikaye yazarları, bu konuda daha hassas davranarak neslimizin iyi yetişmesine çok büyük katkıda bulunabilirler. Mesela, her yazar kendi memleketine has kelime ve sözleri kullanarak onları topluma mal edebilir. Şahsen, mahallî diller ve lehçelerle alakalı sözlük çalışmalarını çok önemli, ciddi ve takdire değer gayretler olarak görüyorum. Değişik zamanlarda o tür sözlüklere de bakıyor, istifade ediyor ve orada geçen kelimelerin roman ve hikayelerde kullanılmasının da çok faydalı olacağını düşünüyorum. Daha önce, Erzincanlı bazı insanların duygu ve düşüncelerini kendi muhitlerinde kullanılan dille seslendirdiklerine şahit olmuş ve öyle bir faaliyetin de yararlı olduğunu görmüştüm. Aslında, bu mevzuuda da herkesin kendine göre bir gayreti olmalı; herkes yazı ve konuşmalarında kendi yöresinin şirin kelimelerine de yer vermeli. Belki, önceleri maksadını başka sözcüklerle anlatırken o kelimeleri de parantez içinde göstermeli; o şekilde bir kaç defa yaptıktan sonra da sözün gelişine göre doğrudan onları kullanmalı. Zannediyorum; böylece dilimize kazandırılması gereken çok güzel kelimelerin unutulup gitmesine engel olunur ve o kelimelerin hep diri kalması sağlanır.

Burada istidrâdî olarak şu hususu da arz edeyim: Yeni bir icadın sahibine o icadın kendisine ait olduğunu ispat etmek için verilen belgeye eskilerin ifadesiyle “ihtira beratı”, günümüzde de “patent” deniyor. İşte, radyo ve televizyon gibi bazı keşifler vardır ki, onları başkaları icad etmiş ve istedikleri ismi koymuşlardır. O isimleri değiştirmenin bir manası yoktur; televizyon ve radyo yerinde başka isimler kullanmak doğru değildir. Mesela, behçet hastalığını keşfeden doktor Türk’tür ve o hastalık o doktorun adıyla anılır olmuştur. Dolayısıyla, patenti başkalarına ait olan eşya için ille de farklı isimler aramak ve onları kendi dilimize göre isimlendirmeye çalışmak yersizdir. Bu manada, Türkçe’den İngilizce ve Almanca gibi yabancı lisanlara geçen çok sayıda kelime olduğu gibi onlardan bize geçmiş bazı kelimelerin olması da gayet tabiidir.

Güzel Konuşma

Diğer taraftan, dilimizin güzel öğrenilip öğretilmesi ve korunması meselesinde hükümeti, devlet müesseselerini ve mahallî idarecileri de çok büyük vazifeler beklemektedir. Tarihî ve edebî eserler değerlendirilerek dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, iştikak usûllerinin belirlenmesi, milletimize mal olan kelime ve deyimlerin yaygınlaştırılması mevzularında en önemli görev devlet müesseselerine ve Türk Dil Kurumu’na düşmektedir. Mesela, dükkan ve işyeri levhaları ile reklam panolarının bir denetime tabi tutulması; yabancılara ait patenti bulunmayan levhalara sınırlamalar getirilmesi, isimlerin dilimize uygun olanlar arasından belirlenmesi ve elden geldiğince ecnebî adlara izin verilmemesi bile başlıbaşına bir hizmettir.

Ayrıca, okullarda ders müfredatı hazırlanırken öğrencilerin güzel konuşma, meramını düzgün anlatma ve düşüncelerini rahat ifade edebilme gibi mevzularda da iyi yetişebilmeleri için yapılması gerekenler öncelikle ele alınmalıdır. 11-12 sene eğitim görmüş talebelerin üç cümle söylerken bile “şey, işte, yani, böyle” gibi dolgu malzemelerine sığınmaları ve adeta dili berbat etmeleri çok elim bir hadisedir. Bu meseleyi halletmek için mekteplerde kompozisyon yazdırmak kâfi değildir; öğrencilere irticalî konuşma dersleri de vermek gerekir. Her talebe, kendisine ödev olarak verilen bir konuyu sınıfta öğretmen ve arkadaşları karşısında anlatmalı; daha sonra başka bir mevzuda yine söz alıp duygu ve düşüncelerini ifade etmeli; bir başka zaman fırsatını bulup halkın huzurunda konuşarak cesaret ve mümarese kazanmalı; nihayet okuldan mezun olurken hemen her mahfilde rahatça konuşacak seviyeyi yakalamalıdır.

Güzel Kur’an okuduğunu düşünen bir arkadaşım vardı. Kendisi farkında değildi ama kulağa daha hoş gelecek şekilde sesini ayarlamak maksadıyla iki dakika içinde belki otuz defa öksürürdü. Bir gün yeni aldığım bir teyple arkadaşımın kıraatını kaydettim. Sonra da kendisine dinlettim. Hiç unutmam, kendi okuyuşunu dinleyip ikide bir öksürdüğünü fark edince kendi kendine “Hay Allah müstahakını versin!” deyivermişti. Bu usulün bugün de çok faydalı olacağına inanıyorum; öğretmenler öğrencilerinin, arkadaşlar da birbirlerinin konuşmalarını kaydetsinler; sonra konuşanlara kendi yanlışlarını görme ve düzeltme imkanı versinler. Herkesin bu konuda bir cehd ü gayreti olsun; herkes dili güzel kullanan insanların yazılarını okusun, onlar üzerinde düşünsün, kendini biraz zorlayıp “işte, şey, falan” gibi manasız tekrarlardan kurtulsun ve böylece ortak bir çalışmayla –Allah’ın izni ve inayetiyle– dilimiz bir kere daha ihya olsun.

Çocuklarınıza Şiir Öğretin

Mevzumuzla alakalı anne-babaların omuzlarına yüklenmiş mesuliyetler de vardır. Bir şiirindeki dinin ruhuna uygun olmayan sözlerinden dolayı bir valisini görevden aldığı rivayet edilen Hazreti Ömer efendimiz, şiirin faziletli kalbi şefkatle doldurup duygulandırdığını söyleyerek, kendi dillerini sağlam öğrenmeleri ve düşüncelerini rahat ifade edebilmeleri için çocuklara şiir öğretmek gerektiğini belirtmiştir. Hafızasında binlerce beyit bulunduğu ve çok güzel konuştuğu nakledilen Hazreti Aişe validemiz de, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır" tavsiyesinde bulunmuştur. Dolayısıyla, anne-babalar hem kendileri dili güzel kullanmalı hem de çocuklarına dinlerinin yanında dillerini de çok iyi öğretmelidirler.

Yabancı ülkelerde bulunan aileler bu hususta daha da dikkatli davranmalıdırlar. Çocuklarına hem bilgi bakımından muhtevalı hem de dil açısından düzgün kitaplar okutmalı; onların Türkçe’yi sevmeleri için sözleri arasında kulağa hoş gelen atasözlerine ve şiirlere de yer vermeli; Sırlar Dünyası, Büyük Buluşma ve Şubat Soğuğu gibi dilin iffetini koruma hassasiyetine sahip olan televizyon dizilerini seyretmelerini sağlamalıdırlar. Bütün bunlarla beraber, yaz tatillerinde çocuklarını Türkiye’ye göndermeli, onların nezih bir çevrede ve temiz konuşan insanlar arasında bir müddet kalıp hiç olmazsa dinleye dinleye kulak aşinalığı kazanmaları için imkanlar hazırlamalıdırlar.

Hasılı, dilimizin geniş ve gelişmiş bir dil olması, büyük çoğunluğun, herhangi bir ifade sıkıntısına düşmeden ve dilin ruhunu yaralamadan onunla kendini anlatmasına bağlıdır. Maksadı değişik ima ve işaretlere yükleyerek, her konuyu izah ve tefsir üslûbuyla, manasız tekrarlarla ve el-kol hareketleriyle anlatmaya çalışarak dili geliştirmenin ve onu korumanın mümkün olmayacağı açıktır. Karşımızda üstesinden gelmekte çok zorlanacağımız bir iş vardır; fakat, ye’se düşmemek, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinliğe girmemek de müminler olarak bizim şiarımızdır.

Evet, ben bu konuda mahkemeye celbedildiğimi anlattım; eğer sizi de mahkemeye çağırmıyorlarsa, hesabınızın öbür âleme kalmasından korkmalı ve dilinizin namusunu koruma mevzuunda çok hassas davranmalısınız ki, mahkum olmaktan kurtulasınız.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
muhacir3
Yeni Üye
Yeni Üye



Kayıt: Aug 09, 2005
İletiler: 14

İletiTarih: Sal Ağu 09, 2005 2:30 pm    ileti konusu: Alıntıyla Cevap Gönder

2.yazı

11.07.2005

Biri Mübalağa Diğeri İftira!..

Fezâil-i İnsaniyenin İki Kanadı

Unutmak, bazen, çok sevaplı bir fazilettir; bazen de, nisyandan daha büyük bir bela yoktur.

İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. Ezkaza bazılarını hatırlasa, o zaman da onların birer nimet-i ilahî olduğu mülahazasıyla ve istidraç da olabileceği endişesiyle; “Rabbim, bunlar benim için birer nimet miydi; yoksa, beni küstahlaştıracak istidraç sebepleri mi, bilemiyorum. Şayet, birer nimet idiyse, onlardan dolayı Sana hamd ederim. İstidraç olmalarından da Sana sığınırım!” demelidir. İşte bu manada, insanın meziyet ve muvaffakiyetlerini unutması çok büyük fazilettir.

Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhâl- “Hatalarını anlat” dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmama; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulama.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlama.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekme... Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma.. işte burada da unutmama çok önemlidir.
Evet, hata ve günahları sürekli hatırda tutup tevbeye yapışma.. meziyetleri ve başarıları da hiç hatıra getirmeyip devamlı sa’ye sarılma.. bunlar, fezâil-i insaniyenin iki kanadıdır.

Derinleşme ama Değişmeme

Derinleşme azmi içinde olmayanlar hiç farkına varmayacakları şekilde sığlaşır ve zamanla tamamen dışlanırlar. Dolayısıyla, insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. Çünkü, bütün kötü ahlâkın kaynağı gelişme gayretinde olmamak, olduğu yerde saymak ve mevcutla yetinmektir. Sürekli değişim, tebeddül ve tagayyür; farklı şekil, farklı, renk, farklı şive ve farklı desenlerle her zaman bambaşka güzellikler sergileme insanın hedefi olmalıdır. O, her yeni gün, “Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum. Keşke dün de bana bunu duyursaydın.” diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli; ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için “estağfirullah” demiştir. Haddizatında, bir insan arkada bıraktığı mertebeleri mütâlaa ederek “estağfirullah” diyecek durumda değilse, bütün haline “estağfirullah” denmesi lazım gelecek şekilde bir sukut içinde demektir.

Değişmemenin büyük bir mazhariyet sayıldığı alanlar da vardır. Mesela; bir insan, tefekkür ufku itibariyle ya da his, şuur, mantık ve muhakeme enginliği açısından ne kadar ileriye giderse gitsin; kendi özündeki ilahi sanatı elli defa hallaç etmesi veya kainat kitabını satır satır okuması bakımından ne ölçüde inkişaf ederse etsin; ihsan şuurunun ve yakin mertebelerinin en üst seviyesine ulaşması zaviyesinden ne denli yükselirse yükselsin.. bütün bunlarla beraber, kendisini sıradan bir kul olarak görebiliyor ve farklılık mülahazalarına kapılmıyorsa, bu çok önemli bir talihlilik ve şâyân-ı takdir bir “değişmeme” halidir.

Öyle ki, Allah ufkunu açsa, göklerde uçsa.. ve bir yerde Cebrail’e ulaşsa.. sonra Cebrail, “Dost, artık ben seninle beraber yürüyemem; bundan sonrası bana kapalı. Sen yürü, yoluna devam et. ‘Top senin, çevkân senindir bu gece’ dese!” O zaman bile, yine kendisini yaratılmışların en küçüklerinden biri görme; “Ben ancak başkalarının ayaklarının altına yüzümü sürebilecek bir insanım.” deme ve Hazreti Ali yaklaşımıyla, “insanlardan bir insan olma” mülahazasına bağlı kalma... Sürekli abdiyetini duyma.. ayakları yerde bir kul olduğunu hep hissetme.. farklılıklarına kendine göre farklı manalar yüklememe.. mazhariyetlerinden dolayı kendisine çeşit çeşit ünvanlar aramama.. değişik mülahazalarla birkaç versiyonu dile getirilen Kutup, Gavs, Mehdî ve Mesih gibi pâyelere sahip olduğu iddiasında bulunmama.. ve işte bu mevzuda değişmeme, kat’iyen fahre girmeme, ucbe düşmeme, yüksek rütbelere dilbeste olmama bir insan için çok büyük bir mazhariyettir. Bu duygu ve düşünceler asla değiştirilmemesi ve hep korunması gereken mülahazalardır.

SORU: “Gönüllüler hareketi” şeklinde adlandırdığınız bu hoşgörü, diyalog ve eğitim faaliyetlerini, kimileri Türkiye’nin globalleşen dünyaya yegâne katkısı olarak kabul ederken, kimileri de bir tehdit unsuru gibi görüyorlar? Bu konudaki değerlendirmelerinizi lûtfeder misiniz?

CEVAP: Bu harekete her iki tarafın da dile getirdikleri şekilde mana yüklemek yanlıştır ve ikisi de büyük iddia sayılır. Birincisi, ortaya konan çok kıymetli ve pek samimi gayretleri gören dostların teşvik adına seslendirdikleri şekerleme kabilinden bir iddia; ikincisi ise, içinde bulunmadıkları ve kendi adlarıyla anılmayan hiçbir işi faydalı görmeyen, kendilerinden olmayanları hasım gibi kabul edip karşı cepheler oluşturan kimselerin karalama maksadıyla ortaya attıkları iftira edalı bir iddiadır. Evet, ilki, müftehirâne bir mübalağa; diğeri de müfteriyâne bir iddiadır. Aslında, hiçbir mesnede dayanmayan sözlerle eğitim gönüllülerine iftira etmek büyük bir haksızlık olduğu gibi, hüsn-ü zanla dahi olsa, onları mübalağalarla anlatmak da yanlıştır. Her türlü iddiadan uzak kalmakla beraber, fedakâr ruhların çok samimi gayretleriyle sürdürülen faaliyetleri, Allah’ın bugünkü insanlara büyük bir lütfu olarak yâd etmek ise, hem bir şükür hem de kadirşinaslık ifadesidir.

Şahsen, yapılan onca güzel işi görünce takdir hisleriyle doluyor ve kimi zaman “gönüllüler hareketi” kimi zaman da “örnekleri kendinden bir hareket” diyerek o güzellikleri alkışlıyorum. Alkışlıyorum, zira, o hasbî insanların, hemen her meselede hüsn-ü misallerini kendi içlerinden çıkardıklarına şahit oluyorum.

Bu hususu şerh sadedinde, çocukluk yıllarıma ait bir hatıramı ve duygumu arz edeyim: Babam, vaktini hiç zayi etmeyen, bir yere gidip gelirken bile ya Kur’an okuyan ya da yeni ezberlediği bir şiiri tekrar eden ve kitap okumaktan çok zevk alan bir insandı. Ayrıca, Sahabi efendilerimizi çok sever, sürekli onların hatıralarını okur, dinler ve anlatırdı. Kitaplarının en fazla aşınan kısımları sahabeden bahseden sayfalar olurdu. Sahabe-i Kiram efendilerimize karşı o kadar alâkası vardı ki, nerede onlardan birinin adı anılsa ağlardı ve evin içinde onların hatıralarını hep canlı tutardı. Dolayısıyla, biz de Efendimiz’in seçkin arkadaşlarının sevgisiyle ve onlara karşı hayranlıkla dolu olarak neş’et ettik. Onlar benim gözümde o kadar büyük idiler ki, herbirini Kaf dağının ardındaki Anka kuşu gibi görürdüm ve onlara ulaşılabileceğine ihtimal vermezdim. Hele, günümüzün insanlarıyla az mukayese etsem, onları ufuklarına asla yetişilemeyecek ve yaşadıkları gibi bir daha yaşanamayacak başyüce şahsiyetler olarak kabul ederdim. Onlar nasıl insanlarmış? Onlardaki bu derinlik neredenmiş? Onlar gibi yaşayan insanlar bir kere daha gelir mi dünyaya?.. soruları kaplamıştı zihnimi. Uzun zaman sahabe hayatının artık mazide kaldığına ve tekrar yaşanamayacağına inanmıştım. Fakat, Hazreti Üstad’ın yanından gelen bir talebeyi ve beraberindeki bir-iki insanı görünce, “Demek ki sahabe gibi yaşanabiliyormuş; demek ki, o hayat tarzı sadece bir döneme hapis değilmiş” demiş ve çok sevinmiştim. Babamın talimiyle aşina olduğum ve kitap sayfalarında gördüğüm sahneleri o birkaç insanda da müşahade etmem bana manevi bir kuvvet ve ümit kaynağı olmuştu; o güne kadar okuyup dinlediklerimin örneklerini görme fırsatı bulmuştum.

Örnekleri Kendinden Bir Hareket

Evet, daha düne kadar, fedakârlık, cömertlik, civanmertlik ya da istiğna ruhu adına misal verecek olsanız, ta Saadet asrına, Tabiîn ya da Tebe-i tabiîn dönemlerine gitmeniz gerekirdi. Ne var ki, muhataplarınızı o örneklerle ikna etmek de oldukça zordu; zira, anlattığınız kahramanlık misallerine karşılık, “Mazide böyle bir şey ya olmuş, ya olmamış” der; onları, eski Fars masallarına benzetir, Rüstem hikayesi gibi bir hikaye olarak dinlerlerdi. O dönemde, herhangi bir “üsve-i hasene” bulabilmek için elinizde mumla dolaşırdınız vatan sathında; dolaşırdınız da birkaç insandan başkası görünmezdi gözlerinize. Misal insan, örnek adam aradığınızda Saadet Asrı’na, İslam Tarihi’nin bazı altın kesitlerine ya da son dört yüzyılın birbirinden kopuk çok kısa dönemlerine koşmakta bulurdunuz çareyi. Mazinin parlak devirleri sığınak olurdu size. Yanınızda kalb hayatı, zühd, takva ve dua denseydi, yalnızca Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali gibi sahabe efendilerimiz aklınıza gelirdi. Fedakârlık, cömertlik ve îsâr hasleti gibi faziletlerden bahsedilse idi; Allah ve Rasûlü uğruna her şeyini, hatta sevgili evladını bile fedâ etmeyi göze almış, kadınlık aleminin yüz akı analarla ilgili konuşulsaydı ya da kendini Allah’a adamış, dünyaya hiç tama’ etmeyen ve gözü sürekli ahiretin koridorlarında yaşayan delikanlıları anlatmak isteseydiniz, yine o ilk çağlara sığınırdınız.

Fakat, Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun, bu hareketin gönüllüleri hüsn-ü misallerini kendi içlerinden çıkarma eşiğini de aştılar. Belli bir dönemde “Acaba o insanlar gibi yaşanabilir mi?” diye düşünürken, günümüzde onlardan bir kaç canlı örnek gösterip “yaşanabiliyormuş” demek ve hemen her sahada onların arasından model insan göstermek mümkündür. Evet, onlar önde yürüdüler, anlattıklarını pratiğe döktüler, şahlandılar ve arkalarında yürüyenleri de şahlandırdılar. O kahramanların bazılarını tanıma talihliliğine erdim, bazılarını medyadan öğrendim ve bir kısmının hatıralarını da onları tanıyanlardan dinledim. Bazı kimseler görmezlikten gelse de, Allah görüyor, Hazret-i Muhammed (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) biliyor ve Kirâmen Kâtibîn yazıyor onların fedakârlıklarını. Tarih sayfaları da onların hatıralarıyla hergün biraz daha renkleniyor. Belki kendileri de farkında değiller ama hepsi birer yâd-ı cemil oldular/oluyorlar. Bu kahramanların hayat hikayeleri, mâkus kaderimizi değiştirme adına tarihe düşülen öyle şerefli notlardır ki, gelecek nesiller de onları şerefle yâd edecektir. Bundan dolayı, ısrarla söylüyorum; her yerde o fedakâr ruhların hatıralarını bir vakanüvist hassasiyetiyle tesbit etmek ve yazmak lazımdır ki, yarın tarihçilerin işi kolaylaşsın; sonraki nesillere de güzel misaller bırakılmış olsun.

İşte, bu yönleri itibariyle, biz de hoşgörü ve diyalog temsilcilerini, eğitim gönüllülerini takdir ediyor, alkışlıyor ve bu ideal insanların şahs-ı manevisine “örnekleri kendinden bir hareket” dense sezâdır diye düşünüyoruz. Böyle bir takdirin de, Allah’ın nimetlerine karşı bir manevî şükür ve o fedakârlar hakkında da bir kadirşinaslık ifadesi olduğuna inanıyoruz.

Biri Mübalağa Diğeri İftira!..

Ne var ki, bu hareket sayesinde dünyanın çehresinin değişeceğini, topyekün insanlığın yüzünün güleceğini ve yeryüzünün bir Cennet haline geleceğini söylemeyi ve bu türlü büyük iddialara girmeyi de doğru bulmuyoruz. Günahkâr bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden affedilmeyi ümit etmesi gibi, biz de o engin rahmetten ümit ederiz ki, dünyanın değişik yerlerine düşen bu damlalarla Allah Teâlâ bir nevbahar icad etsin. Şimdiye kadar susuz kalmış, sararmış ve kurumaya yüz tutmuş fidanları çiselemelerle ve şebnemlerle hiç emsali görülmemiş şekilde bir kere daha canlandırsın. Öyle arzu ederiz ki, insanların adeta birbirini yediği ve tabakat-ı beşer çapındaki hır-gürlerin ardı arkasının kesilmediği bir dönemde, bu sevgi kahramanlarının tesiriyle hakikate uyanan ve insanî değerleri yeni bulmuşçasına farklılaşan kimseler bütün dünyayı felakete sürükleyecek büyük sellere karşı dalgakıran vazifesi görsünler. Dileriz, onların samimi gayretleriyle her yanda sulh adacıkları oluşsun; bunalan toplumlar onların beyaz adalarına koşsun. Bütün bu güzellikleri Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz; fakat, bu hareketi, dünyanın rengini değiştirecek yegâne sâik olarak ifade etmeyi, başka hayırlı faaliyetleri ve hareketleri görmezlikten gelerek sadece onu nazara vermeyi ve “şuraya yürüyorlar, bunu yapacaklar” gibi mübalağalı sözleri asla tasvip edemeyiz. Bu türlü iddialı düşünce ve beyanları kulluk anlayışımıza ve itidâl düşüncemize de zıt kabul ederiz; zira, bizim vazifemiz, kendi değerlerimiz çerçevesinde dine, millete hizmet etmek ve bunu yaparken de asla neticeyi düşünmemek, hiçbir beklentiye girmemektir.

Biz insanların iç dünyalarını bilemeyiz; onların dışa akseden tavır ve davranışlarına göre değerlendirmelerde bulunur, hükümler verir ve hüsn-ü zan ederiz. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın kime ne türlü bir misyon yüklemiş olduğunu, kimi ne çeşit işlerin beklediğini ve hangi insanlara ne büyük vazifeler eda ettireceğini bilemeyeceğimiz için, o mevzuda söyleyeceğimiz büyük büyük sözler mübâlağa sayılır. Allah Teâlâ, kadirşinaslığı ne kadar sever, onu ne ölçüde manevî bir şükür olarak kabul eder ve o şükre ne denli mukabelede bulunursa, mübâlağalardan da o kadar hoşlanmaz. Çünkü, mübâlağa zımnî yalandır; yalan ise bir lafz-ı kâfirdir ve günahtır. Öyleyse, hüsn-ü zan seslendirilmeli ama mübâlağa ve iddia sayılabilecek sözlerden de mutlaka kaçınılmalıdır.

Diğer taraftan, bazı insanlar da, bu sevgi kahramanlarının dünyayı değiştirecekleri ve kendilerine yaşama imkanı vermeyecekleri düşüncesiyle ciddi bir paranoya yaşıyorlar. Onların kendilerine göre düşünce sistemleri, hayat tarzları, iktisadî, siyasî, kültürel ve idarî felsefeleri var. O felsefeye göre, yarım-yamalak da olsa, bir dünya kurmuşlar. O dünyada kendilerini rahat hissediyor ve hariçten yükselen her sesi haklarında ölüm fermanı olarak görüyorlar. En masum insanları bile kendi dünyalarını karartacak ve rahatlarını kaçıracak tehlikeli kimseler olarak algılıyorlar. Karanlığı ışık gören, ışığı da karanlık kabul eden bu karanlık ruhlular, sevgi deyip sevgi konuşan ve sevgi teneffüs eden insanlardan bile endişe ediyorlar. Bu endişelerini de aka kara, karaya da ak demek suretiyle, değişik iftiralarla dile getiriyorlar.

Haddizatında, hayatını hoşgörüye, diyaloğa ve eğitime adamış insanlardan hiçbirisi gelecekte, değil dünyanın çehresini karartmak, tek insana gölge yapmayı bile düşünmezler. Zannediyorum onlar, kendilerine ömür boyu hasmâne tavır alan kimseleri mahşer günü perişan vaziyette, sürüm sürüm bir halde görseler, maruz kaldıkları bütün kötülükleri unutur ve onlara da el uzatır, tutup kaldırmaya çalışırlar. Cenâb-ı Hak orada izin ve imkan verse, kimseyi yüzüstü bırakıp geçmez ve kimsenin ebedî hüsrana uğramasına rıza göstermezler. Ömürleri boyunca tek sinek öldürmemiş, bir yılanın canına kıymamış insanların hiç kimsenin hayatını karartmayacağı muhakkaktır. Aslında, o türlü iftiraları seslendirenler de, değişik zamanlarda bu hususu test etmiş ve hakikatin böyle olduğunu görmüşlerdir. Fakat, paranoya yaşıyor olmaları ve vehimlerle oturup kalkmaları doğru düşünmelerine manidir; dolayısıyla, çok çirkin iddialarda bulunmaktan ve sürekli iftira etmekten de geri duramazlar.

Bu iki zümreyi bu şekilde tesbit ettikten sonra, diyebiliriz ki; biz ne öncekilerin hüsn-ü zanla yükledikleri o manaları taşıyacak kadar güçlüyüz, ne havariyiz, ne sahabeyiz, ne saff-ı evveli teşkil eden insanlardan bazılarıyız; ne de berikilerin iftira ettikleri kadar kötü, karanlık düşünceli, karmaşık hesapları ve gizli planları olan insanlarız. Hayır, biz kendimizi özel bir misyon eda eden insanlar olarak görmediğimiz gibi, Allah’ın rızasını kazanma maksadıyla insanlığa hizmet etmek dışında bir niyet de asla taşımıyoruz.

Vazifeye Devam...

Başkaları ne derse desin, biz, büyük iddialara girmeden, aleyhimizdeki sözlere aldırmadan, kötülükler karşısında da telaşa kapılmadan kendi vazifelerimizi yapmalıyız. Gördüğümüz muamele ne olursa olsun, inkisar yaşamamalı, kimseye küsmemeli ve darılmamalıyız. Bu dünya dişini sıkıp dayanma dünyasıdır; rahat yaşama ve hayattan kâm alma diyarı değildir. Kötülüklere maruz kalsak da, haklarımız elimizden alınsa ve kendi ülkemizde –N. Fazıl ifadesiyle– “parya” gibi yaşamak zorunda bırakılsak da, bunlara hiç takılmamalı ve kendi karakterimizin gereğini sergilemeliyiz. Elimizden geliyorsa, yılan ve akreplerdeki canavarlık ruhunu bile baskı altına alarak, onlarla da iyi geçinmeli ve hayatı paylaşılabilir hale getirmeliyiz. Onlara kızarak veya diş göstermeleri karşısında panikleyerek geriye durmamalı, hangi şartlarda olursa olsun sorumluluklarımızı yerine getirme gayretinde olmalıyız. Hatta tek başımıza kalsak bile bu duyguyu korumalı ve ona göre hareket etmeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geçmiş dönemde yaşamış bir yiğidin halini birkaç fotağraf karesi içinde anlatır ve buyurur ki: Sağına baktı, sağlam kimse göremedi; soluna baktı, ayakta kalmış bir fert bulamadı; herkes dökülmüştü ve o cephede tek başına kalmıştı. “Demek iş başa düştü” deyip atını mahmuzladı.. gitti ve bir daha da geriye dönmedi... İşte bu hal, her devrin dava adamlarının halidir. Şu kadar var ki, o kahraman, maddi bir mücadelede ve muharebe meydanında bir mücahidin yapması gerekeni yapmıştır. Maddi kılıcın kınına girmesi gerektiğine ve artık mücahedeyi Kur’an-ı Kerim’in elmas düsturlarıyla sürdürme zamanı olduğuna inanan insanlara gelince; onları memleket memleket sürgüne gönderseler, zindanlara atsalar, her gün biri için idam sehpası kursalar, Hazreti Mesih’in havarilerine yaptıkları gibi çarmıhlara gerseler ve arkadaşlarını götürüp oralara mıhladıktan sonra aynı akıbetle onları da tehdit etseler bile, yine de hak bildikleri yoldan dönmemek, hak ve hakikatin sesi-soluğu olmak da bunların şiarıdır. Onlar, böyle bir mücadelenin dışında ölürlerse, işte o zaman akıbetlerinden korkar ve üzülürler; belki rahat anlarını endişelerle karşılar ve şöyle derler: “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapmadığım bir zeminde, rahat döşeğimde yatarken ölürsem nice olur benim halim; aman Allah’ım, bu ne zillettir!” Hazreti Halid’in vefat esnasında söylediği sözler onların kulaklarında çınlar; hayatı cephelerde geçen, vücudunda para kadar yara almadık yer kalmayan büyük sahabinin, yatakta vefat ediyor olmaktan duyduğu elemi onlar da kendi gönüllerinde hissederler. Bir yerden bir yere hizmete giderken trafik kazasında ölmeyi, yurtdışına gidip hicret yurdunda ötelere yürümeyi ve Allah rızası için i’lâ-yı kelimetullah adına bir işe omuz verirken ahirete göçmeyi cana minnet sayarlar. Hazreti Azrail’i, bu yolların birinde karşılamaktan memnun olur ve “Rabbim, Sana sonsuz hamd olsun ki vazife başında canımı aldın; dilerim, bunu bir şefaat vesilesi olarak kabul buyurur ve beni de affedersin!” duygusuyla kanatlanıp öbür aleme uçarlar.

Aslında, hizmet eden insanların meziyetlerini, faziletlerini, diğergamlık ve hasbîliklerini yâd etmek, dolaylı yoldan onların kulağına gittiğinde, onlar için teşvik primi mahiyetinde olabilir. Öyle bir şekerlemeye bazen ihtiyaç da duyabilirler. Bu hususu Hazreti Bediüzzaman da ifade etmektedir. Ebced ve cifirle alâkalı bazı tesbitlerini, Risalelere ve Cevşen’e ait bir kısım ikramları dile getirirken, “Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasibdi; fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az, fakir ve zaîf olan bizlere kuvve-i maneviye, gaybî imdad, teşci', sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat'iye oldu, ben de yazdım.” demektedir. Bu açıdan, günümüzde de dine ve millete hizmet eden insanların bazı teşvik edici takdirlere ihtiyacı olabilir. Biz, başka insanlar söz konusu olduğunda bu takdirlerimizi arz etmeli ve insanları teşvikkâr olmalıyız. Fakat, kendi hesabımıza maddi bir beklentiye girmediğimiz gibi takdir ve tebcil arayışında da bulunmamalıyız. Bizi, hiç kimse alkışlamayabilir; hiç kimse bize destek olmayabilir. Biz, böyle bir beklentiye gireceğimize iki hususa dikkat etmeliyiz:

Bizim Kızılelmamız

Birincisi: Yürüdüğümüz yolun doğruluğunu gözden geçirmeli; şayet yolumuzun doğruluğundan eminsek, her şeye rağmen yürümeye devam etmeli; eğer usûl ve metod adına eksiklerimiz varsa, onları tamamlamalı, yanlışlarımızı gidermeli ve daha sonra da konjonktüre göre durumumuzu sık sık kontrol etmeliyiz.

İkincisi: Hedefimizin sırf Allah’ın rızası olup olmadığını sürekli denetlemeliyiz. Sadece O’nun hoşnutluğunu mu arıyoruz, yoksa niyetlerimize başka şeyler de bulaşmış mı? Dünya bir fettan gibi önümüze çıkacak olsa, biz bu işi bırakıp ona meyleder miyiz? Mesela, “Cihan hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’ın bile fethedemediği, serdar-ı âzâm Merzifonlu Karamustafa Paşa’nın uğrunda canından olduğu Viyana kapılarını size açacağız; Türkiye’yle beraber hayaller ülkesi Kızılelma’yı da emrinize vereceğiz. Bu büyük mükafata bedel sizden tek şey istiyoruz; o da, “i’la-yı kelimetullah” dediğiniz, Allah’la kullar arasındaki manileri bertaraf etmek, insanların iyilik duygularını coşturmak ve kötülüklerden onları alıkoymak diye şerh ettiğiniz sevdanızdan vazgeçmeniz!” deseler cevabımız nasıl olur? Eğer bu işe yürekten gönül vermişsek ve Allah rızasının ne demek olduğunu biliyorsak, vereceğimiz cevap bellidir; zannediyorum, bu hareketin temsilcilerinin hepsi de bu hususta aynı duyguları taşıyordur: “O da ne demek; bizim hangi zaafımızı gördünüz de böyle çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Değil İstanbul’dan Viyana’ya kadar olan memleketleri vermeniz, dünyanın doğusundan batısına kadar bütün ülkeleri de va’d etseniz, vallahi, billahi, tallahi biz yan gözle bile bakmayız o topraklara, arpa boyu ayrılmayız bulunduğumuz yerden.”

İşte, bunu gönülden diyebilecek kadar vefalı olmak lazım. Evet, bizim hedefimiz Allah rızasıdır; ondan daha büyük bir gaye-i hayal bilmiyoruz. O hedefe ulaşmak için de i’lâ-yı kelimetullah yolunu ve yöntemini seçmişiz; ondan büyük bir vazife de tanımıyoruz. Bu yolda yürürken, vazifenin büyüklüğünden dolayı caka yapmama ve başkalarının ta’n u teşnii karşısında endişe ve tereddütlere kapılmama hususlarında da -Allah’ın izni ve inayetiyle- kararlıyız.
Kullanıcı bilgilerini göster Kişisel ileti gönder
Yeni Başlık Gönder   Bu başlık kilitlenmiştir; cevap yazamaz, iletileri değiştiremezsiniz 12. sayfa (Toplam 24 sayfa)

Sayfa: « Önceki  1, 2, 3 ... 11, 12, 13 ... 22, 23, 24  Sonraki »  


 
Forum Seçin:  
Bu forumda yeni konular açamazsınız
Bu forumdaki iletilere cevap veremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizi değiştiremezsiniz
Bu forumdaki iletilerinizisilemezsiniz
Bu forumdaki anketlerde oy kullanamazsınız


Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB

alt1
1998-2007 Bozkurt NET
alt1
1998-2010 BOZKURT NET
--------------------------------------
Web sitemiz PHP-Nuke (© 2003) kodlarına sahiptir. PHP-Nuke GNU/GPL lisansı altında dağıtılan ücretsiz yazılımdır.
alt1